NIHAN TEKELI’nin Olmeden Onceki Siirleri
ÖLÜM SESSİZLİĞİMİ
Sağır edici bir sessizlik
Soğuk bir esinti
Saatlerdir anlatıyorum sana
Sense saatlerdir yatıyorsun
Neden üstünde beyaz bir örtü var
Neden herkez ağlıyor
Halbuki sen hiç sevmezsin göz yaşlarını
Sustursana onları
Işıltılar saçsana ağlayan gözlere
Hava öyle soğukki kutuptayım sanki
Gerçekte dekor hep ayni herşey soğuk
Birde sağır edici sessizlik
Ve senin buz gibi bedenin
Ellerini bana ver ki ısıtayım onları
Tutayım sımsıkı fakat taş gibi olmuşlar
Bir heykelin mermer elleri gibi
Soğuk çok soğuk
Ben sözler duyuyorum bir sesler
Burayamı geliyorlar
Ellerinde birşey var kutu gibi…
Ellerini ellerimden çekiyorlar
Kaldırıyorlar seni durdursana onları
Bağır çağır götürmesinler seni
DURUN YALVARIYORUM
Götürmeyin, beni de öldürmeyin söyle
Soğuk üşüyorum
Ruhum bedenimden ayrılıyor sanki
Oysa hepsi yalan
Yaşıyorsun sen
Yaşıyorsun değil mi?
En çok sevdiginiz mevsim hangisidir* Niçin*
Kimsenin hoşuna gitmeyen çoğu kez de herkesin nefret ettiği mevsim. SONBAHAR…
Bu mevsimi önceden sevmezdim: hatta nefret ederdim. Çünkü benim için o zamanlar yağmuruyla her yeri çamur yapan: yapraklarını dökerek ağacları çıplaklaştıran: hırçın rüzgarını evimizin hemen önündeki elektrik telleriyle birleştirip çirkin uğultular çıkararak beni korkutan: dışarı çıkıp oynayamadığım: her yeri ölümcül bir yas havasına boğan kötü bir mevsimdi Sonbahar.
Fakat şimdi daha başka bambaşka duyguları tattığım için mi bilmem bu mevsimi nostajik ve romantik değişik bir havası olduğu kanısındayım. Bizim orada bambaşkadır sonbahar. Evet. Çoğu kez herkezin küçümsediği Küçükçekmece”nin gölün hemen kıyısında olan caddede… Benim yedi sene boyunca hüzün ve sevinçlerimi heyecanlarımı paylaştığım hatta onlarda çözüm yolu bulduğum kasvetli Küçükçekmece gölü romantik caddem ve odamın güzel manzaralı penceresinde akşam güneş batmak üzereyken pencereden dışarı baktığımda artık bam başka bir dünya ya adım attığımı zannediyorum.
Bu dünyada “üşümek” diye birşey yok. Çünkü dışarının bu ateş gibi havası sarar bedeninizi benliğinizi yüreğinizi… Önemli olanda bu değilmi zaten* Yüreği sıcak tutmak
Bu dünyada gerçeklere yer yok.Yani acılara yalanlara ve o bitmez tükenmez yürek burukluğuna tarafiğin gürültüsüne…
Bu dünyada tutsaklık yok sınır yok yasak yok. İnsan istediğini düşünebilir düşüncelerinde özgür gerçekte yapamadığı şeyleri hayal eder hiç bir zaman kısıtlama tanımaksızın.
Merak ediyor insan bu tanımlamalardan sonra Neresi burası* Nasıl ulaşılabilir buraya* Hayal mi gerçek mi*Nasıl bir ortam burası*
Bence burası bambaşka bir yer…
Başımı göle karşı çevirdiğimde uçsuz bucaksız bir okyanusta tek başıma yüzer gibi hissediyorum kendimi. Burada yol arkadaşım yanlızcas gün boyu beni hayrete düşürecek bir biçimde şık kılık boy ortam ve düşünce değişikliği yapan bazen sarı bazen eflatun bazen mavi bazen kızıl ve bazen de ayırt edemediğim bir alacalıkla tepemde beni takip eden kesinlikle romantik duygular beslediğim güneş olur.
Pencereden bu okyonusun diğer başına baktığımda kendimi o yanıp sönen rengarenk ışıkların ortasında kaybolmuş sahibini bulmaya çalışan yapayalnız bir yıldız olarak hayal ediyorum.
Bir de üzerine gök kuşağının bir gölge bıraktığı gölün ortasında içinde sevdalılarla bir yelkenli görüyorum güneşin karmaşık kızıllığına bürünmüş.
Caddeye baktığımda ise bu dünyanın içinde yepyeni bir dünya daha buluyorum.
Burada geceyi romantik kılan o kadar çok şey var ki. Hafif bir loşlukla etrafı aydınlatan sokak lambası sevenlerin yüreğinde esen rüzgarda uçuşan hışırtılı yaprakları kırılmış yada sevinçten deliye dönen bir yürekten dökülen gözyaşları gibi sindire sindire şakır şakır yağan yağmur ve uzaklardaki gazinodan gelen o nostajik musiki… Bir de doğa musikisi var duyulabilen hissedilebilen yüreklerin dinlediği…
İşte duyabilen bir yüreğin dünyası bu.
Demiştim ya: “BİZİM ORADA BAŞKADIR BU MEVSİM” diye…
MESLEK
Esasında küçüklüğümden beri idealimdeki meslek avukatlıktır benim. Küçükken bu mesleğin gerektireceği şartlar getireceği avantajlar ve dezavantajlar hakkında hiçbir bilgim yoktu. Buna rağmen ben yine de bu mesleği koymuştum kafama çünkü babam sokmuştu bunu benim aklıma.
Küçükken devletin sorunlarıyla insan haklarıyla falan da ilgilenmezdim: yanlızca kedimi ve çevremdekileri dikkate alır onları düşünürdüm sadece. Yaşam yanlızca benim yaşamımdı. Başkaları ölmüş aç kalmış feryat figan ağlarmış hakları görülmezmiş… Hiç umrumda bile değildi. Memleket nasıl ayakta durur işler nasıl yürür insanlar nasıl kalkınır gelişmek için neye ihtiyaç duyar kimlere muhtaçtır bu hususta… Düşünme konusu bile olamazdı bunlar benim için. Hayatım yanlızca oyun arkadaşlar eğlenmek ailem ve gelip geçen birçok köpeğim yanlızca onlar için üzülür onlar için sevinirdim.
O zamanlar hiç düşünmezdim neden yaşıyoruz biz diye. Ne de olsa keyfim tıkır istediğim herşey önümde hazırdı. Buna gerek yoktu. Zaten bunları düşünmeye aklımda ermezdi.
Uzun zaman sonra bu yaşıma onüçüme geldim ve kafama şu soru takıldı kaldı:”Biz niçin yaşıyoruz” Bu soru kafamda öyle bir yer edinmiştiki her anımda her düşüncemde bu soru yer alıyordu.Uzun sure bunu kendi kafamda halletmeye çalıştım fakat başaramadım. Daha sonra çevremdekilerde aradım çareyi. Arkadaşlarıma sordum “neden” diye hepside aynı cevabı verdi:iyi bir yaşam sürebilmek mutlu olabilmek için kültüre gereksinim duyuyoruz. Fakat bu benim için bir çözüm değildi.Bir sorun daha vardı kafamda: Madem ki öleceğiz nedir bu kültürlü olma çabası üztünlük çatışması mutlu olma isteği. Bu soruya kimse cevap veremedi: annem dahi… Cevap alamadığım için bu sorular iyice kafamı kurcalamaya hızla devam ettilerç Ancak şu an bunu eskisi kadar düşünmüyorum: cevabını buldum çünkü. Hem de hiç beklenmedik bir anda. Din dersinde. İşte sorumun cevabı şu: “ Biz bir sınavdayız yaşamakla.Her sevabımızda her iyi davranışımızda birer puan kazanıyor her kötü eylemimizde ise ise bir eksi puan alıyoruz.Hepimizin sınav süresi farklı. Sınav bittiğinde ise günah ve sevaplarımız değerlendiriliyor: buna göre başarımızın ödülü olarak cennete ya da başarısızlığımız bize ders olsun diye cehenneme gidiyoruz.
0 comments